BAKIŞ
Mahmut Aşkar
|
|
askar@turkpartner.de
|
Divan Sohbetleri
Her Pazar
Saat: 21.30
"türkshow'da"
Seçkinler
ve Halk
Memleket meselesini kendine
dert edinen her mesuliyet sahibi insan gibi biz de özellikle
son iki yüz senelik geçmişimize damgasını vuran fikir
akımlarını incelemeye ve anlamaya çalışıyoruz: Bu zaman
dilimi içinde Batı dünyasının gerisinde kaldığını fark eden
Osmanlı devlet adamı ve aydını can havliyle arayış içine
girmiş; çareyi düşünerek üretmek yerine hazır düşünce
sistemlerini ithal yoluna gitmiş. Gıptayla baktığınız
ülkeler Hıristiyan, siz ise Müslüman olunca, gelişmelere
ister- istemez din merkezli bir bakışla yaklaşıyorsunuz:
Kalkınmanın sırrı daha çok dindarlıkta mı, yoksa dinden
uzaklaşmakta mı?... Batı’ya baktığınızda; aydının kiliseye
başkaldırısı ve dinde reformlarla şekillenen yeni hayat
düzeni belirgin ve çekicidir. “Bu yaklaşım, insanlık
tarihinin bir din-bilim çatışması olduğunu, Batı’nın maddî
gelişiminin altyapısının dinî reformlarla sağlandığını ve
benzeri ıslâhât yapılmaksızın Türk toplumunun ilerlemesinin
mümkün olmadığını savunmuştur.(M. Şükrü Hanioğlu,
“Seçkinler, Modernlik ve Dindarlık”, Zaman Gazetesi,
8.2.08)” .
Başka bir ifadeyle, kalkınmış Batılı devletlerin gerisinde
oluşumuzun faturası İslâmiyet’e çıkarılmıştı. Bu görüşe göre
halka, Batı’nın benzeri, reforma edilmiş bir din anlayışı
empoze edilecekti ve nitekim de öyle oldu: Önce
Meşrutiyetçi, daha sonra da Cumhuriyetçi aydınların
seçkinleri ve elit zümrenin belli bir kesimi, “din yerine
bilim”i tercih ederken, avama da, çerçevesini kendilerinin
çizdiği, “terbiyelenmiş” bir din programladılar. Kendi
değerlerine ve halkına bu kadar ters düşmenin pahasına,
“çağdaş medeniyet seviyesi”ni ne kadar yakalayabildiğimiz
ise tartışılmaya ve sorgulanmaya devam ediyor.
Aradan geçen bunca zamana rağmen, o günden bugüne sözkonosu
aydın kesiminde ve siyaset, bürokrat, burjuvazi karışımı
elitin radikal tutumunda bir değişiklik olmadı. Yüksek
okullarda başörtüsü serbestliğiyle iligli gelişmelerde prof.
etiketli bazı akademisyenlerin, “Ortaçağ hurefeleri”nden
bahsetmelerinin kendisi, Ortaçağ Hıristiyan dünyasındaki
hurefelikleri aratmayacak cinsten, belki de bizim proflara
mahsus bir çağdaş hurafelik örneğidir. Kendilerine göre
“bilimsel ve çağdaş” olan, üstelik ilim yuvası
üniversitelerde hocalık yapan bu zihniyet kendilerini acaba
hangi çağdaş, Batılı meslekdaşları ve üniversitelerle
kıyaslıyorlar, üniversite tahsilini Avrupa’da yapmış ve on
yıllardan beridir de buralarda yaşayan bir Türk olarak merak
ediyorum. Bu zihniyetin temsilcileri dün olduğu gibi yerli
meselemize hâlâ ithal düşünce sistemlerinin kavramları ve
reçeteleriyle yaklaşmaktadırlar. Ortaçağ Hıristiyan
dünyasıyla İslâm dünyasının farkı, gece ile gündüz gibidir.
İdeolojik saplantıları yüzünden bu kadar kendi
gerçeklerinden uzak olanlar, bunun tabiî neticesi olarak,
halka da uzak kaldılar.
Osmanlı’nın belli bir döneminden sonra saray etrafında
kümelenen bu seçkin zümre (enderun) yönetilen geniş halk
kesimine hep tepeden ve şüpheci bir gözle bakmıştır. “Türk
tarihinin yaklaşık altı yüzyıllık bir dönemi; halk-aydın
ikiliği, medeniyet ve kültür ayırışımı, çağdaş-geleneklilik
ve laiklik-antilaiklik gibi birbirine zıt unsurları gündeme
getirmekle kalmamış, aynı zamanda milletleşme (ulus-devlet)
oluşuma set çekmiş ve milli aydın kadroların yetişmesini de
baltalamıştır (Prof.Dr. Orhan Türkdoğan, Aydın Sınıfın
Anatomisi, s.173).” . Türkdoğan hocaya göre ağırlıklı olarak
devşirmelerden oluşan bu yönetici-soylu sınıfı, halka
(reaya) hep, “etrak-ı bi-idrak (idraksız Türkler)”
noktasından bakmıştır. Özellikle Atatürk’ün vefatından sonra
bu seçkin zümre toplum üzerindeki diktacı, dayatmacı
tutumunundan geri adım atmayarak, “sıfırdan bir millet
yaratmak” adına bizi bize ve bizden olan değerlere ters
düşürmüştür. Çareyi hep dışarıda, hazır reçeteler ithal
ederek aramışız. Halbuki çare bizdeydi; biz çareydik!
Tarafımızdan hazırlanıp sunulan tv proğramı “Divan
Sohbetleri”nin birine konuk olan Prof. Dr. İskender Pala’yla
kendi değerlerinden uzaklaşan aydın tiplemesini konuşurken,
“Evden kaçan kız tekrar babaevine dönüyor” dedi. Bununla
kasıt, aydınımızın bir kısmında başgösteren kendi
değerlerimize dönüş, kendimizi millet olarak yeniden
keşfetme idi ki, güzel bir benzetmeydi. Son yıllarda
ülkemizdeki bazı gelişmeler, son birkaç yüz yıllık Türk
tarihine baktığınızda devrim niteliğinde değişim ve
gelişimlerdir. Son dönemin Osmanlı’sında ve bilahare
Cumhuriyetle başlayan süreçte kanlı ve kansız devrimler,
inkilaplar ve ihtilaller yapıldı. Bunların hepsi Garplılaşma
serüvenimizle ya doğrudan ya da dolaylı bağlantısı olan
hadiselerdi. Tarihin derinliklerinden gelen bir milletin
yine tarih içindeki tabii seyrini değiştirmeye matuf bu tip
girişimler, suyu yokuşa sürmek gibi birşeydi. Şimdilerde
–deyim yerindeyse- nehir tekrar kendi yatağından akmaya
başlıyor. Millet bir kesim aydınıyla yaptığı yanlışın
farkında... Doğrusu Çetin Altan gibi bir aydınımızın
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinden dolayı duyduğu
memnuniyeti kendi köşesinde dile getirirken şu tesbitinden
biz de, dünya görüşünden bağımsız olarak hakkı teslim eden
aydınımız adına memnuniyet duyduk: “ Ve bendeniz, ilk kez
bir Cumhurbaşkanı’nın, ak sakallı babasıyla, gözlüklü, güleç
yüzlü, başı bağlı annesini görüyordum ekranlarda ve
gazetelerde. Beynimin ve gönlümün içinde tuhaf ışıkların
yanması doğaldı. Hiç değilse en sonunda görebilmiştim böyle
bir fotoğrafı. (Milliyet Gazetesi, 30.8.07)”. Demek ki
“Etrak-ı bi-idrak”tan birinin cumhurbaşkanı olmasını sadece
aşağılanan, horlanan halk yığınları özlemekle kalmamış,
ülkemizin sosyalist dünya görüşü ekolüne mensup, önemli
aydınlarından Çetin Altan da halk içinden gelen bir devlet
başkanını Çankaya’da görmek arzusundaymış.
Cephede savaşmak, vergi ödemek, memleket kahırı çekmek
oldumu; “cefakâr, vefakâr, vatanperver halk”, aslında onun
gözünde “Etrak-ı bi-idrak”tır; idrak edemeyen, kafası
çalışmaz, kara bıyıklı Türk!... Bu dün böyleydi, bugün de
böyledir... O “idraktan yoksun”a tepeden bakmayı, asilzade
seçkinlik olarak telakki edenlerin kendileri, dışarıda,
“Etrak-ı bi-idrak”ların temsilcisi konumunda olduklarının
acaba idrakında mıydılar?... Olsa da n’olur, diyebilir ve
bize efendilik taslayanlar aslında dışarıdaki efendilerinin
sadık kullarıdırlar diye de ilavede bulunursanız, itiraz
etmem! Allah ilmini artırsın, Beşir Ayvazoğlu “Efendinin
türküsünü söyleyen köle (Zaman Gazetesi, 25.01.08)” başlıklı
makalesinde son cümle olarak,”Kendini hür zanneden köle ise
eli kamçılı efendinin türküsünü söylediğini hiç fark
etmeyecektir.” demiş. Müthiş ve yerinde bir tesbit! Tam da
bizim “Enderun-u bi-idrak”la yani dilinden düşmeyen ve bize
de cebren ezberlettiği türkünün aslında eli kamçılı
efendisinin türküsü olduğunu idrak edemeyen seçkinlerimizle
örtüşen tesbit.
Millet olarak çağı yakalamak için mutlaka idraktan yoksun
“seçkinler”den kurtulmalıyız.
YAZARIN
DİĞER
YAZILARI:
Seçkinler
ve Halk
Hüseyinleşmek
(3):
Haktan ve Halktan Yana Olmak
Hüseyinleşmek
(2):
Hayatın İki Tezatı
Hüseyinleşmek
Dinamiklerimizi
Dinamitlemek
Treni
Yine Kaçırdık
Görmemişin
Oğlu
Aşk
Medeniyeti
Türk
Olabilmek ve Türk Kalabilmek
Nasıl
Bir Türkiye?
Bölünen
Benim, Memleket Değil!
Yeni
Bir Dönem Başlarken
Savunma
Hattındaki Türkler
SAYFA
BASI
|