FİKİR
MEYDANI Orhan
Aras
|
|
ORARAS@aol.com
|
BİR ROMAN, BİR TESBİT VE
‘SARI MUALLİMLER’
Bir roman hayatı mı anlatmalıdır?
Yoksa hayattan bazı kesitleri mi sunmalıdır? Okuldayken,
kendisi de iyi bir yazar olan edebiyat öğretmenimiz, ”Roman,
yaşanmış veya yaşanması mümkün olan hadiseleri aktaran yazı
türüdür,” diyordu.
Bu tanım ne kadar doğrudur bilmiyorum. Ama romanın mutlaka
hayatla birebir ilişkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Peki hangi hayat? Veya nasıl bir hayat? Bu sorular roman
için can alıcı sorular olmaya devam etmektedir.
Türk romanı sürekli yeni şekiller, yeni üsluplar, yeni
düşünceler denese de, bir noktada tıkanıp durmaktadır.
Nedeni ise, ya geçmişi tamamen yok sayıyor, ya da gelecekle
ilgisini keserek, geçmişin şaşalı ve renkli hayaline kapılıp
gidiyor. Bu durumdan çıkma çabaları gösteren yazarlarımızdan
biri de Kuzey Azerbaycan´ın genç yazarlarından Elçin
Hüseynbeyli´dir. Elime ulaşan ikinci romanı “Yovşan
Gağayıları”(Çimen Martıları) geçmişle geleceği renkli bir
dille harmanlayarak göz alıcı bir bütünlük ortaya koyması
açısından Türk edebiyatında adından söz edilebilecek bir
eserdir.
Modern bir yazım şekli uygulanan romanda ilk göze çarpan
fikir vuruşması, geçmişle gelecek arasında gidip gelen bir
arayıştır. Bu arayış aslında bir ferdin değil bir toplumun,
daha doğrusu, Doğu´nun arayışıdır. Yaddaşını, yanı
hafızasını yitirmiş bir toplumda tek başlarına mücadeleye
atılan güçsüz ve dayanaksız bireylerin çırpınışları ve
sonuçta da kurban edilişleri romanda yazarın üstelendiği
“toplum öncüsü veya sözcüsü” vazifesini apaçık gözler önüne
sermektedir. Geri kalmiş, başka bir deyişle geri
bıraktırılmış, kültürel sömürünün binbir çeşidine maruz
kalmış bir toplumda yazarın sürüklendiği savaş, var olma
savaşından başka ne olabilir ki?
Fransız aristokrasisinin köküne baltayı indiren Volter, bir
Fransız aristokratından güzel bir dayak yememiş olmasaydı
belki de iyi bir saray dalkavuğu olarak kalacaktı.
M.Gandhi´nin de bir ingiliz treninde seyahat ederken
kondöktörden yediği bir tokat sonucu poltikaya atıldığını
söylerler.
Önce Rusya´nın, sonra da Batı´nın darbeleri ve kültür
karmaşasının boğucu etkileri altında kalan Azerbaycan´da
böyle bir roman yazılmamış olsaydı bugün ki görüntüyü
geleceğe aktarma açısından belki de bir boşluk doğacaktı. Bu
çok abartılı bir iddia olabilir. Ama edebiyatın da bir diğer
vazifesi biraz da olayları göze yakın bir şekilde göstermesi
değil midir?
Romanda sürekli adı anılan ve geleceğe taşınan şahıs
Karabağ´lı Mahmud´dur. Mahmud´un öne çıkarılan kimliği,
yiğitlik veya savaşçılık kimliğidir. Duyguları temiz,
yürekli ve yaddaşını bozmamış bir adamdır. Hatta, Mahmud´u
geleceğe taşıyan torun, kendisiyle dedesini
karşılaştırdığında şöyle bir sonuca varır:…”Benim gibi beyni
yıkanmış bilgi asrının diliyle değil temiz Karabağ
lehçesiyle konuşuyormuş..”
İlk adımda “beyni yikanmışlık” sosyal yapı için bir
“kirlilik” olduğu bundan daha güzel nasıl ifade edilebilir.
Çünkü, sonuçta kelimeler insanın hafiızasıdırlar.
Mahmud sadece hafızası temiz olan, geleceğe, milletinin
kaygılarını taşıyan biri değildir. Ayrıca sosyal bir şuur ve
sorgulayıcıdır da. Asrın başında İran´dan bazı grupların
Türkiye´ye yönelik saldırılarına Mahmud gönülsüz
katılmaktadır. Nedenini de o saldırıları yöneten Marağa’lı
Mehemmed ağa ile yaptığı tartışmada görürüz.
-“Onlar da müslümandırlar...Hem de bizim dilde
konuşuyorlar!“
Mahmud, milliyetine ad koyamaz ama milli kimliğini
hisleriyle ortaya çıkarmıs olur. Bu durum hem Anadolu´unun,
hem de Azerbaycan´ının orta halk tabakasında sürekli görülen
bir haldir. Anadolu köylüsü de belki, “Ben Türküm“ demez ama
aynı millete mensup olmanın işretlerini sürekli yansıtır.
Roman tabii ki sadece geçmişte kalmış bir mücadelenin örneği
olan Mahmud´u anlatmaz. Aslında önde duran kişi torundur.
Torun, gazetecilik yaparak, günlük küçük, sıradan
meseleleriyle haşır neşir olurken geçmişi ve bugünü
sorgulayan bir maceranın da icine atılır. Peki ona göre
bugün nedir?
Bugün, hala dedesi Mahmud zamanından, belki de daha
eskilerden kalma bir düşmanlığın devam ettirilme meydanıdır.
Ama düşman, yanı kaseciler kılık değiştirmişlerdir. Düşman
öyle bir hale gelmiştir ki, kendi milletinin kılığına
bürünerek her yeri bir ahtopotun kolları gibi sarmıştır.
Kendi milletinin uykudaki haline yanan yazar, bunu romanında
okuyucunun gözüne sokarak değil, bir çeşit yürek ağrısıyle
öyle güzel anlatır ki, okurken sarsılmamak mümkün değildir.
Roman kahramanı torun „üç kardeş“ isimli bir Oğuz efsanesini
anlatırken, öyle içten, “Biz kıblemizi kaybetmişiz“sözünü
söylüyor ki, insan, orda bir an durup düşünmeden geçemiyor.
Aslında bütün Şark dünyası kıblesini kaybetmiştir. Dengesiz
ve eski bir gemi gibi bir sağa bir sola devrilmekteyiz.
Romanda belirgenleşen konu, bizim, yani milletimizin gafleti
sonucu, düşmanın artık „bizden biri „ haline geldiği ve
açıktan açığa yaddaşsızlığı(hafızasızlığı) bir politika
olarak ileri sürmesidir. Çünkü yaddaşsızlık düşmanın düşman
olduğunu perdeleyecek, her yeri ele geçirmesini daha da
uygun hale getirecektir.
Dede Mahmud´un hücrelerini genlerinde taşıyan torun, ondan
kalan para kasesine bir „dede mirasi“ gibi sahip çıkar.
Halbuki, düşman“kase“ nin sadece miras değil, geçmişle
birlikte bize kalmış vatan toprağı olduğunun çok iyi
farkındadır. Torun, “A“ ile görüşünde, “A“ ona bu durumu
şöyle izah eder:
„Sen kasenin kadrini, o olmasa da bilmezsin! O,senin
düşündüğün gibi sadece yaddaşının(hafızanın) değil, aynı
zamanda varlığının, devletinin de remzidir. O ise sende
yoktur ve hiç bir zaman da olmayacak! Çünkü onun kadrini
bilmediniz! Halbuki sizin elinizdeydi! Bir zamanlar herşey
sizindi!“
Düşman bizi ne kadar iyi tanıyor değil mi? Sözlerine,
yalandır, diyebilir miyiz? Sadece, “Karabağ“, “Zengezur“
değil, Erivan´da bizim elimizde değil miydi?
Mahmud´u duygularıyla, yiğitliğiyle günümüzde yaşatmaya
çalışan torun, kendini bizden gösteren düşmanlar, yani
kasecilerle olan mücadelesine günlük yazılar yazdığı
gazetesinde devam ettirmek ister. Ama kasecilerin önemli
kişilerinden „Sarı müellim“ onu ve gazeteyi mahkemeye
vererek, “onun ve gazetenin millete, yani Azerbaycan´a
hakaret ettiklerini ileri sürer. Ayrıca mahkeme yoluyla işi
halletmenin yanısıra gazeteye de saldırırlar. Saldırıda „Torun“
ve onun arakadaşı „Kara“ vurulur düşerler. İki arkadaş
yaralı halde birbirlerine yakınlaşırlar. Kara inildeye
inildeye arkadaşına şunları söyler:
„Bizi aldattılar!“
Evet, bence romanın en vurucu sözü bu sözdür. Bizi
aldattılar! Koskocaman bir milleti, yeni bir nesli içimize
giren „Sarı müellimler, miras çalan kaseciler“ yalanlarıyla,
oyunlarıyla aldattılar ve hala aldatmaya devam etmektedirler!
Bir hayli çalışkan ve üretken bir yazar olan Karacuhali
Elcin Hüseynbeyli günümüz olaylarına hem bir yazar, hem bir
sosyolog gibi keskin gözlemleriyle kendi teşhisini koymuştur.
Bence, „Milli ruhlu roman“ yolu Azerbaycan yazıcıları icin
bu „ dar geçitte“ başvurulacak en uygun silahtir. Bu silahı,
akıcı dili, zengin konuları, farklı bakış açılarıyla ortaya
koymayı becerdiği için değerli yazıcımız Elçin
Hüseynbeyli´yi tebrik etmemek haksızlık olur.
SAYFA
BAŞI
Yazarın
diğer
yazıları:
Bizi
Hangi Dünyada Öldürüyorlar Kardeşler
Çok
acıtıyor değil mi?
Ağlama
Ne Olursun?
İnsanlık
öldü mü?
Balık
Adam
Yüreği
Yaralı Şair, Tofig Abidin
Aman
da beyler kavgadan geldim yorgunum...
Ali
ile Nino hala yaşıyor
Necla
Kelek´in "Yabancı Gelini"
Juan
Goytisolo
Ayna
Dergisi´nin (Der Spiegel) aynası sadece cin ve şeytan
mı gösterir?
Susmak
mı bağırmak mı?
SAYFA
BASI
|