BAKIŞ
Mahmut Aşkar
|
|
askar@turkpartner.de
|
ŞARK
SAVUNMADA, GARP TAARUZDADIR
Bu tesbitimizi ister coğrafî, ister zihnî çerçevede
değerlendirin; ikisi de doğrudur: Şark, yani
İslâm coğrafyası defenzif (savunmacı),
Garp, yani Batı ise ofenzif (saldırgan) oynamaktadır.
Gündemi biz tayin etmedik ve etme şansımız da
yoktu zaten... Biz onları rakipten ziyade müttefik görürken,
(bize göre) aniden “rakip” ilân edildiğimizin
haberini yine onlardan aldık. Kendimize bir siper dahi
hazırlayamadan “üstün değerler” cephesinin
bombardumanına tutulduk: Geri kalmışlık,
az gelişmişlik, diktatörlük, antidemokratlık,
yolsuzluk, fakirlik, gayrimedenilik, bedevilik, şeriatçı-köktendinci-radikal
islamcılık, insan hakları, kadın hakları
ve bunlar gibi...
Yıllar yılı bu suçlamalar karşısında
kendimizi savunarak ömrümüzü tükettik ve buna devam
ediyoruz. Ne kendimizi, ne de rakibimizi yeterince tanıyamadığımız
için olduğumuz yerden bir adım ileriye gidemiyoruz.
Kendimizi (bir kısmımız) hepten haklı ve
değerlerimizi hepten hak görürken, Batı’yı
hepten haksız ve değerlerini de hepten batıl görme
yanlışına saplandık. Belli bir kesimimizde
ise, kendimize ait olanların tamamına yakını
yanlış, Batı’ya ait olan veya oradan
gelenlerin hepsi doğru olarak kabul gördü. Halbuki her
iki tarafın da sahip olduğu değerlerin bir kısmı,
aynı zamanda insanlığın da ortak değerleridirler.
“Hak ile batıl insanlarla tanınmaz”
İnsan, kendisinden olanlar ve olmayanlar, olarak sınıflandırma
yaptığı için her zaman aynı hatayı
tekrar eder: Bir siyasî, dinî hareketi/düşünceyi veya
bir milleti değerlendirirken; fert olarak, oraya mensup
insanların tutum-davranışlarına,
hadiseleri yorumlama biçimine göre hüküm düşer.
Bazen, bazı insan veya insanların yaptıkları
bir millete, dine veya mensup olduğu medeniyet değerlerine
mal edilerek, müsbet veya menfi karar verilebiliyor. Hıristiyan
Batı’nın beslendiği kaynakları, rönasanstan
itibaren geçirdiği süreci bilmeyenler, Batı ile
ilgili tesbitlerinde sağlıklı yaklaşım
sergilemeleri beklenemez. Bu temel bilgiden yoksun olanlar,
herhangi bir batılının ferdi davranış
ve tutumuna göre Batı hakkında (müsbet veya menfi)
genel bir değerlendirme yaparak, yanlışların
en büyüğünün altına imzalarını atmış
olurlar.
Aynı şekilde, Avrupa’sından Avusturalya’sına
kadar değişik batılı ülkelerde yaşayan
vatandaşlarımızın hal ve hareketlerine,
sergiledikleri görüntülerine göre bazen İslâmiyet,
bazen de Türk Milleti hakkında batılıların
yargılayıcı karar verdiklerine şahit
olmaktayız. ‘Mezhebim eşittir dinim’
zihniyetinin hakim olduğu müslüman için, İslâmiyet’in
dahilinde bulunan diğer mezheplere mensup insanların
değişik ibadet şekillerini, “batıl”
olarak görme tehlikesi; inanç dünyamızı tehdit
eden tehlikelerden sadece birisidir. Kişiden hareketle,
bir islâmî yol (mezhep) veya bir düşünce sistemi/medeniyet
değerleri topyekün “hak” veyahutta “batıl”
olarak sınıflandırılamaz! Olayların
tarihî oluşum sebepleri; o günün dünyasındaki
insanların siyasi-beşerî ve dinî gelişmeleri
algılamada kullandıkları kriterler anlaşılmadan
“hak” olanla olmayanı tanımak mümkün değildir.
“Sen önce hakkı tanı, sonra hak üzere olanları
tanırsın”
Yakın bir dostumdan dinlemiştim: Alman’ın
birisi din olarak İslâm’ı (araştırarak)
seçiyor ve müslüman oluyor. Zaman zaman Almanya’daki
vatandaşlarımızla da biraraya gelen bu Alman müslümana
bizim Türklerden birisi soruyor; “domuz eti artık
yemiyorsun değil mi?”. Bunun üzerine müslüman Alman
bıyık altından bir gülümsemeyle karşı
soruyu yöneltiyor: Niçin içki içmediğimi sormuyorsun?
Açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya
olan bir müslüman domuz etini (Kuran hükümlerine göre)
yiyebilir. Ama içki asla!.. Çünkü senin kendin müslüman
olduğun halde rakı içiyorsun, biliyorum.
Bizim sıradan müslüman Türk mentalitesine (zihniyet) göre;
domuz eti yiyen dinden çıkarken, rakı içen sadece
günah işler. Duyduklarının sadece bir kısmıyla
yetinen, ehl-i kitap olarak dünya sahnesine çıkan bir
medeniyetin mensuplarının zürriyetinden olduğu
halde, kitapsızlığını inadına
devam ettiren, gördüklerinin çoğundan ibret alamayan
ve idrak edemeyen birisinden de ancak bu kadarı beklenir.
Arabesk-alafranga karışımından ortaya çıkardığımız
alaturka şablonumuz, hayat ve din ile alakalı bakış
tarzımızı belirleyici unsur olmuştur.
Garp (Batı dünyası); büyük çapta kendi içindeki
“bizler ve ötekiler”i aşarak, yeryüzündeki insanlığı
kendisinden olanlar ve olmayanlar, yani “bizler (Hıristiyanlar)
ve ötekiler (Müslümanlar)” olarak ayıracak seviyeye
(!) ulaşmıştır. Kendisine göre haklı
talep ve değerler, batılı normlar üzerine
temeli atılarak geliştirilen düşünce
sistemini “hak”, bu istikamette gidenleri de “haklı”
olarak görmektedir. Bundan çıkaracağımız
netice şudur: Batı, kendi doğrularını
keşfetmiş, onlara inanmış, geliştirerek
hayatiyet kazandırmış ve bu yolda kendisinin
hak üzere olduğunu (her yolu deneyerek) dünyanın
geri kalanına kabullendirmiştir.
Şarkın çıkmazı; kendi kaynaklarından
habersiz, élinki kıymetli, kendisininki kıymetsiz,
noktasındadır. Rahmetli Arif Nihat Asya’nın
meşhur şiirindeki gibi, haberimiz (gerçekten) yok
gibidir taşıdığımız değerden!...
Şark’ın yeniden kendini keşfetmeğe, aydınlanmaya
ve aydınlatılmaya şiddetle ihtiyacı vardır.
Yıkılması gereken bütün tabular yıkılarak,
“dokunulmaz” dediklerimiz, fakat muhakkak dokunulması
gerekenlere dokunarak, öz kaynaklarımıza inmek
mecburiyetindeyiz. Herşeyden önce öz doğru ve yanlışlarımızı,
haklı ve haksızlarımızı tanıyalım!
Önce hakkın ne olduğunu tanıyalım ki, bir
daha tesbitimizde yanlış yapmayalım; kimin hak
üzere olduğunu ayırdedebilelim!
“Önce batılı tanı, sonra batıl üzere
olanları tanırsın”
Ak ile karayı ayırabilmek için, her iki rengi
de önceden görmek gerekir. Bu ikisinin arasındaki gri (boz)
rengi seçebilmek içinse, önceden bu rengi görmüş
olmak gerekmiyor. Siyah ve beyaz arasındaki bu renk
tonunu kıyaslama yaparak seçebiliriz. Hayatın
kendisi ve insan olarak bizim düşüncelerimiz sadece
mutlak doğrular (ak) ve yanlışlardan (kara)
ibaret değildir. Bazen yanlışlarımızla
doğrularımız içiçe, yani bombozdur. Hedefimiz;
bu bozluk ve toz-dumanlı ortamdan berrak olan (ak) tarafa
çıkabilmek olmalıdır. Gittikçe koyulaşan
isli-puslu ortamdakinin karanlığa doğru yol aldığını
ancak aydınlık taraftaki görebilir. Karanlığın
içindekinin bunu farketmesi (bulunduğu ortam itibariyle)
mümkün değildir.
Kendi batıllarımızı ve bu yolda olanları
tanımadan, başkalarının eğrilerini ve
o yolda olanlarını tanımaya çalışmak,
ne netice verir, ne de sağlıklı ve tavsiye
edilecek bir metot olur. Bizi AB kapılarında süründüren,
ilmî ve iktisadî “azgelişmiş”liğimizin
sebebi, millet ve devlet olarak birbirimizle barışık
olamayışımız, bize ait batıllardan
kaynaklanmaktadır.
Şimdi konuyu toparlayalım: Yarım asrı geçen
ömrümde hep siyahla beyazın arasında, boz sahada
çıkış yolları aradım. Kurşunî
havadan ve çetin yollardan geçerek, zaman zaman ilim-irfan
ve hikmet kaynaklarına varabilmenin hazzını yaşıyorum.
Bunlardan biri de, yazımıza arabaşlıklar
halinde serpiştirdiğimiz sözün sahibi; eline
sadece “Zülfikâr”ı verip cepheden cepheye koşturttuğumuz
ve sadece “Allah’ın Aslanı” olarak beyinlere
yerleştirttiğimiz, en çok istismar ettiğimiz
ve (belki de, en çok sevdiklerini iddia edenler tarafından
bile) en az tanıdığımız, adını
ağzımıza aldığımızda önyargıların
galebe çaldığı, Hz. Peygamber’in; “Ben
ilmin şehri, Ali kapısıdır” dediği
ve hikmetli sözlerin sahibi Hz. Ali’dir.
“Şark Savunmada Garp Taaruzdadır” başlığını
kullanırken, Hz. Ali’nin; “Hak ve batıl
insanlarla tanınmaz. Sen önce hakkı tanı,
sonra hak üzere olanları tanırsın; önce batılı
tanı, sonra batıl üzere olanları tanırsın.”
şeklindeki tesbiti, işlemeğe çalıştığım
konuya girişim için anahtar vazifesini gördü. O
hikmetli sözlerle bu kapıyı açmaya çalıştım.
Bana göre, Şark’ın savunma hatlarından çıkamaması,
siperde saklanıp kalmasının asıl sebebi;
Hz. Ali’nin yukarıdaki sözlerinde saklıdır.
YAZARIN
DİĞER
YAZILARI:
SAYFA
BASI
|