BAKIŞ
Mahmut Aşkar
|
|
askar@turkpartner.de
|
Kerbelâ-Hz.
Hüseyin
Misyonu
“Geçip
mihrâb-ı dine düşmen-i îman imam oldu
Bozuldu vahde-i
İslâm namaz ağlar, ezân ağlar”
Bazı
konularda yazmak; bilgi-birikim isterken, bazı konular
da, yürek-cesaret ister! Bütün bunların başında
ise, mesuliyet gelir. Kendi çapımda üzerime vazife
bildiğim konuları yeri ve zamanı gelince kaleme
almayı, düşüncelerimi sizlerle paylaşmayı,
bilgi-cesaret-mesuliyet çerçevesinde yerine getirmeğe
gayret gösteriyorum. Muharrem-Kerbela-İmam Hüseyin
konusu; İslâm tarihinde önemli ve ayrı bir yeri
olan, hissiyatın, önyargının, ihtilafın,
cesaretin, ürkekliğin, statükonun ve sekülerliğin
(dinin dünyevileştirilmesi) buluştuğu yerdir.
Kerbela vahşetinin hem tarihî, hem dinî, hem de
sosyolojik boyutu vardır ve bu sahalarda yazılmış
sayısız eserler mevcuttur. İçinde bulunduğumuz
Muharrem ayı münasebetiyle, Alevi ve Şia tarafından
özel bir önem arzeden 10.Muharrem (Aşura) ve Kerbelâ
hadisesi, medyada değişik açılardan ele alınmakta,
yorumlanmaktadır. Kamuoyunda tartışılan
Ehl-i Beyt-Alevi-Şii kavramları ve bunlara yüklenen
manâlarla ilgili can alıcı noktalara gelindiğinde
tabuların, gizli-karanlık odaların, kırmızı
çizgilerle belirlenmiş sınırlamaların başladığını
görüyoruz. Konuya ilgi duyanların tatminsizliği
burada başlarken, sıradan bir müslüman olan benim
de merakım, o “yasak!” dedikleri, üzerindeki “sır
perdesi”ni kaldırmaya cesaret edemedikleri andan
itibaren artarak devam ediyor.
Bilgi-iletişim çağında, bizim bizden sakladığımız
din tarihi konuları, yabancıların arşivlerine
girmiş, araştırmacılarının
emrine amade edilmiştir. Hâl böyle olunca, “Âlim”
dediğimiz yeterli bilgiye sahip olamıyor ve sıradan
vatandaş da, “bu nereden çıktı, ben böyle
bir şey duymadım” diyerek tepkisini ortaya koyuyor.
Dinin ehliyetsize terkedilmesi, siyasete alet edilmesi, bazen
kavimler, bazen milletler, bazen de mezhep-tarikatlar arasında
suistimal edilmesi neticesinde bugünkü durumlarla karşıkarşıyayız.
Hoca Ahmet Yesevi’lerle başlayan Roma Diyarı (Rumeli)
Anadolu’nun ve Balkanlar’ın “Gönül Erleri Fethi”,
Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre ve
Mevlana’larla devam etmiştir. Bunlardan başka, günümüze
kadar varlığını koruyabilen tarikat şeyhlerinin
soy kütüğü de Eyl-i Beyt’e dayanmakta veya dayandırılmaktadır.
Zaman içinde ilk çıkış çizgisinden sapan/saptırılanların
olması, bilhassa Türkiye Müslümanları olarak
meseleyi irdelememize engel teşkil etmemeli, tam tersine
daha fazla ilgi alanımıza girmelidir.
Hadise, Emevi İslam Anlayışı’dan, Şah
İsmail-Yavuz Sultan Selim ikileminden, Şii Fars-Sünni
Türk rekabetinden ve mezhep taasubundan arındırılarak
öğrenilmeli ve öğretilmelidir. Bilgi çağının
müslümanına yakışan da budur! Hz. Ali’yi
tanımdan/okumadan/anlamadan ihtilâflarla geçen İslâm
tarihini anlamak, objektif yaklaşmak mümkün değildir!
Çünkü Kerbelâ Hadisesi öncesi ve sonrası oraya
dayanmaktadır. Hz. Ali ile Muaviye mücadelesinin devamında,
oğlu Hz. Hüseyin’in karşısında
Muaviye’nin oğlu Yezid’i görmekteyiz. “Hz. Ali
haklıydı, Muaviye de haksız değildi.”
mantığıyla hadiseye yaklaşım; son
derece statükocu, tahrik edici ve adil olmayan bir değerlendirmedir
ki, asırlardır kapanmayan yaranın üzerine
tuz-biber dökmek gibi bir tesir bırakıyor. Bu, güya
denge kurmaya çalışırken, dengeyi kaybetmek
demektir. Nasreddin Hoca’nın fıkrasında olduğu
gibi; “sen haklısın, sen de haklısın”
komedisine benzemektedir.
Niçin Kerbelâ?
“İslam,
soy-boy davasını, ırk ayırımını
kaldırmış, insan eşitliğini sağlamıştı.
Ama yüreklerde eski asalet üstünlüğü yatıyordu;
eski hükmetme isteği yaşıyordu. Bedir’de öldürülenlerin
öcünü alma gayreti, İslâm’ın kuvveti karşısında,
üstü küllenmiş, fakat eşelenince alevlenecek, her
değeri, her inancı yakacak bir ateşti. ....
İslâm, yayılma alanını genişletmiş,
hak, hürriyet ve adalet üzerine kurulan İslâm emirliği,
zulüm ve siyaset temeline dayanan saltana zebûn olmuştu.
Zenginlik eşitliği kaldırmıştı.
Cahiliyye devrindeki Arab üstünlüğü fikri, müslüman
olan, fakat Arab olmayan unsurlara “Mevali-Köleler” adını
takmıştı; İslam’ın temeli sarsılmıştı.
Huseyn, saltanat elde etmek için değil, bu esası
korumak, kurtarmak için harekete geçti.” (İslam
Tarihi, Abdulbaki Gölpınarlı, s.455/456)
Hz. Hüseyin’in Aşure günü şehit edilmesinden
sonra mübarek başını keserek Emevi Saltanatı’nın
Şam’daki makamına götürdüklerinde Yezid dedi
ki:“Ataları ve anası benim atalarımdan ve
anamdan daha üstün olduğu halde, Hüseyin’in niçin
bu hale düştüğünü biliyor musunuz? Hüseyin’in;
‘De ki (ey) mülkün sahibi olan Allah’ım, sen dilediğine
mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın;
dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın.
Mülk senin elindedir, sen herşeye kadirsin.’ (Al-i
İmran, 36) ayetini okumamış olmasından
dolayıdır.” (Kıble Dergisi, Sayı 6, Ali
Rıza Ensari’nin başvurduğu kaynaklar: Taberi,
Tarih, c.4, s.355; Harezmi, Maktel, c.2, s.57)
Bir tarafta Ebu Sufyan’la başlayan, (müslüman olmalarına
rağmen) Muaviye veYezid’in kin ve kavmiyetçilik kokan
silsilesi, diğer tarafta Hz. Peygamber’le başlayan
Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in takip ettiği Kuran çizgisi....
Ve bu cehalet devrinin Arap kabilecilik ruhunun temsilcisi
Yezid’in, Peygamber’in cennetle müjdelediği torununa;
gel benim halifeliğime biat et, emrivakisiyle başlayan
ve Kerbela’da 72 yakınıyla şehit olan Hz. Hüseyin’in
günümüze yansımasının özeti.
Kûfe
Pişmanlığı
Tarihciler, Basra’dan ve Kûfe’den Hz. Hüseyin’e
çuvallar dolusu mektuplar yazılarak kendisine
davetiyeler çıkardıklarını ve oraya
gelmesi halinde destekleyecekleri sözünü vermelerine rağmen,
sözlerinde durmadıklarını kaydetmektedirler. Daha sonra
İmam Hüseyin’in bacısı Cena-ı
Zeynep’in Kûfe halkına hitaben
yaptığı konuşmada, onların dönekliklerini
ağır bir dille yüzlerine vurmuştur.
Televizyonlarda şiilerin, Aşure günü Kerbela
hadisesi dolayısıyla düzenledikleri anma gününde
kanlı matem gösterilerini seyreden bir dostum, bunun ne
manaya gelebileceğini sorunca; yukarıya Kûfeliler’le
ilgili aktardığım anektodu aynen anlattıktan
sonra ilave ettim: Galiba bu, zamanında Resullulah’ın
Ehl-i Beyt’ine (Hane halkı) söz verdikleri halde sahip
çıkmayan, destek olmayanların duydukları pişmanlığın
başlarına vurarak, “eyvah biz ne yaptık!”
şeklindeki tezahürüdür. Bunun ötesinde, gerek Hz.
Peygamber’in, gerekse Ehl-i Beyt İmamları’nın
ve Şia’nın ileri gelen alimlerinin, kendine eziyet
derecesinde yas tutulmasını, tasvip etmediği
bilinmektedir. Ne var ki, her mezhep ve tarikatta, dini
kendimize uydurmak, töreleri din haline getirmek alışkalığından
bir türlü kurtulamıyoruz.
Kerbelâ’dan Gelen Mesaj
Oldumolası, ezberci ve geçerliliği olmayan
gelenekçi zihniyetle yıldızlarım bir türlü
barışmamıştır. Önceki yazılarımda
zaman zaman dile getirdiğim konulardan birisi de; Ehl-i Sünnet’te
“Mevlüt”ün, Şia’da ise “Mersiye”nin din gibi
algılanma zihniyettidir. Ben, yaşadığım
çağın müslümanıyım. Dinimle ilgili her
müsbet gelişme beni sevindirir, her menfi gelişme
de üzer. Belli bir mezhebin/tarikatın kimliğini taşımak
gibi saplantım yoktur. Fakat, İslam çıkışlı
her dini hareketi de (tamamıyla kabullenmek mecburiyetim
olmamakla beraber) var sayarım.
Hz. Hüseyin’in verdiği mücadele, hep dikkatimi çekmiş,
bunun taht ve kan davası olamayacağına iman
etmiş biri olarak, çıkarılması gereken
ders, alınması gereken mesajı sizlerle paylaşmak
istiyorum:
-İmam Hüseyin, mazlumu temsil ederken; Yezid,
zalimin-zorbanın temsilcisidir.
-Kerbela’da akan kan sayesinde Kuran’ın hükmü, Hz.
Peygamber’in sünneti çiğnetilmemiştir.
-Resulullah’ın bizlere emanet ettiği Ehl-i
Beyt’in sevgisi ve onların din uğruna verdikleri
hizmet/mücadele sayesinde İslâmiyet bugünlere kadar
gelişerek yayılmıştır.
-Hak bildiği yolda, Hakk’ın ve haklının
yanında yer alan Hz. Hüseyin, davası için ölümü
tercih eden gerçek bir dava adamıdır.
-Kerbelâ, dinin sekülerleştirilmesini önlemiştir.
-Müslümanlara, haksızlığa ve din istismarına
başkaldırıyı öğretmiştir.
-Kerbelâ’dan aldığımız bir başka
önemli mesaj da; ‘müslümanım’ diyenlerin, müslümanların
başına nice musibetler açtığıdır.
Hz. Hüseyin, ‘iyiliği emreden, kötülüğü
reddeden’ meâlindeki Kuran hükmünce hareket etmiştir.
YAZARIN
DİĞER
YAZILARI:
SAYFA
BASI
|