BAKIŞ
Mahmut Aşkar
|
|
mahmut.askar@t-online.de
|
Kızılelma (3): Ebedi İttifak
Tüketim toplumunun sadık kulları hâline gelmiş ve ben
merkezli bir hayattan yana tercihini yapan gençliğin önüne
geleceğe dair, uzun vadeli, erişilmesi güç, bazen “kaf
dağı”nın ardında da olsa, bir Kızılelma koyabilmek gerek.
Siyasî düşüncesi ve dine yakınlık veya uzaklığından bağımsız
olarak, gençliğimiz, Arif Nihat Asya’nın “Fetih” şiirinde
şikayet ettiği gibi; hâlâ gündelik işlerle oyunda
oynaştadır... Çağdaş gençliğin sevdası kadar davası da
sanallaştı. Kendi nesillerimizin önüne biz bir hedef
koyamayınca, başkalarının gösterdiği istikamete
yöneliyorlar. Savunduklarını yaşamıyor, kendilerinin
yaşamadığını başkalarından bekliyorlar. Kendilerine göre
doğru olanın adı ideoloji, mefkûre, ülkü, dava da olsa,
görüntü ve gösterişe dayalı bir fenomen olmaktan öte bir
anlam derinliği taşımıyor.
Toplumumuzun belli bir kesimi ülkü ve ülkücülük gibi
kavramlara mesafeli dururken, bir başka kesimi de kendisini
bu kavramlarla özdeşleştirmektedir. Bilhassa 1970’li
yıllarda ideolojik buhranların toplumda bıraktığı acı
hatıraların izleri henüz daha silinmediğinden, o dönemleri
çağrıştıran sözcüklerin telafuzu bile önyargıların
depreşmesi için kafi olabiliyor. Keşke olmasaydı...
Türkçe’de “ülkü”nün yerini dolduracak, onun kadar Türkçe ve
onun kadar güzel ikinci bir kelime yoktur. Her ne kadar
‘mefkûre’ de bir zamanlar aynı manâda kullanılmış ise de,
bugün itibariyle yaşayan Türkçe’de pek yer bulamıyor.
Ülkü’den mülhem ülkücülük tarifini en kısa ve özlü yapan
Nevzat Kösoğlu, Galip Erdem’in, “varlığını aşan üstün bir
değer için mücadele etmek” olarak tarif ettiğine istinaden;
“inandığı bir gaye uğrunda nefsini aşmak cehdi” diyor. (13)
Keşke, her siyasî, ideolojik ve fikrî harekette, inandığı
bir gaye uğruna nefsini aşma gayretinde olan insanların
sayısı çoğalsa... Keşke her hareket kendi “ülkücü”lerini
yetiştirme cihedine gitse de, memleket meselelerini kendine
dert edinen, büyük hedefleri olan nesiller yetişse...
Öfke ideolojisi
Yeraltındaki gazlar
aşırı sıkışmanın neticesinde yeryüzüne çıktığı gibi, sosyal
patlamalar da toplumların alt katmalarından başlayarak
yukarılara doğru çıkar. Bir ülkenin herhangi bir bölgesinde
başgösteren sosyal-siyasi çalkantı zamanla o ülkenin
tamamına yayılabildiği gibi, küresel bir boyut da
kazanabilir. Umumiyetle haksızlık, adaletsizlik, baskı ve
işgallerin sebep olduğu olaylar, bir öfke birikiminin
neticesidir. Rusya ve Çin’deki komünist ihtilallerden
günümüzdeki “Arap Baharı”na kadar olan ayaklanmalara güç
veren kaynağın adı, “öfke enerjisi”dir. El Kaide ve benzeri
terör örgütlerinin beslendiği ana kaynak, ABD ve onunla
hareket eden ülkelere duydukları öfkedir. Aynı şekilde Batı
kamuoyu da, Müslümanlara karşı önyargılı ve teyakkuz halinde
tutulmaktadır. Öfkenin hâkim olduğu toplumlarda akıl devre
dışı kalır. Tarihimizin Anadolu safhasında bir tarfatan
Moğol İstilaları, diğer taraftan Haçlı Seferleri’ne maruz
kalınırken, sevgi, hoşgörü ve barışı ilmik ilmik işleyen
Anadolu Erenleri’nin ortaya çıkması neticesinde bu topraklar
bize kalıcı yurt olarak korunabildi.
Otuz seneden fazla bir zamandan beri bölücü teröre karşı
mücadele eden Türkiye’de, dış mihrakların ve aşırı grupların
tahriklerine rağmen, vatan sathına yayılması beklenen “milli
öfke” çok şükür ki, zuhur etmemiştir. Alman Nazileri gerçi
seçimle iktidara geldiler fakat özellikle Yahudi azınlığa
duydukları öfkenin neticesinde (diğerlerinin yanısıra)
milyonlarca Yahudi’yi katlettiler.
“Sağcı”mız, “solcu”muz yine olsun ama eskisi gibi
değil... Kimliğimizi karşıtımıza göre, onun üzerinden değil;
savunduğumuz değerler, sahiplendiğimiz ilkeler üzerinden
tanımlayalım. P. Slodertdijk diyor ki; “Öfke kine dönüşürse,
ideolojik oluşumun harekat üssü devreye girer (14). Bu sefer
geçiçi öfke, kalıcı bir kin besleme duygusuna yerini
bırakırken, ideolojik bir mahiyet kazanır. Bizim de gerek
yerel, gerekse millî öfkemiz, 1970’li yılların Türkiye’sinde
olduğu gibi, ideolojik kine dönüşmeden, millî mutabakata
giden yolun ve birbirimize olan mesafenin üzerindeki öfke
taşlarını kaldıralım!
Millî eziyet
Bizi asıl endişeye gark eden hadiselerden biri de, bazı
girift konularda aydınımızın haklı karamsarlığıdır. Bir
millet, (kaybettiği) kimliğini kendi mecrasından uzak
yerlerde aramaya kalkarsa, İsmail Kara gibi; “... bir
milletin yeni şartlarda millet, milliyet, kimlik
meselelerini ‘kendisi’nden bu kadar uzak ve kendi
kimyasından bu derece habersiz bir şekilde nasıl tartışıp
doğru kararlar verebileceğini ve yerinde tercihler
yapabileceğini doğrusu bilmiyoruz (15)” şeklinde serzenişte
bulunan münevverimizi dikkate almak gerekir.
İşin burasında belki kavram’a ve fikre dair kargaşanın
giderilmesinde ve kendi kimyamızdan haberdar olunmasında bir
nebze bizim de katkımız olur ümidini taşıyoruz. Millet olma
şuurunu pekiştirme ve yeniden Kızılelma rüyası görebilme
yeteniğine sahip tartışmaların olabilmesi için, ortak
(medeniyet) değerlerimiz ve yaşanmış tarihî tecrübelerimizle
çelişkiye düşmeyen kavramlar geliştirmemiz şarttır.
Vatanseverlik adına bir kesim vatandaş, halkçılık adına bir
kesim halk, milliyetçilik adına milletin veya müslümanlık
adına Müslümanların bir kesimi ayrımcılığa, bölücülüğe, hor
ve hakir görülmeğe maruz kalmamalı, eziyete uğramamalıdır.
Bunlardan daha tehlikelisi, bu
değerlerin bir baskı aracı olarak kullanılması neticesinde
değersizleştirilmesidir: “12 Eylül’ün kara günlerinde
Mamak’ta Ülkücü sanıklara zorla İstiklal Marşı’nın, Gençliğe
Hitâbe’nin satır satır ezberlettirilmesinden, her aksamanın
küfürlü dayakla cezalandırılmasından beridir ne zaman milli
duruşla, milli hassasiyetle ilgili bir lâf işitsem, “Bunu
söyleyenin derdi nedir?” diye titizlenmeye başlıyorum.
Nedense tezinin kalitesine güvenemeyenler, ürünlerini
genellikle “milli” veya “ulusal” bir ambalajla sararak
pazarlamayı tercih ediyorlar. Milli kelimesini vara-yoğa
kullanmaktan ötürü değersizleştirdik; şimdi de bayrağa ve
İstiklal Marşı’na aynı kötülüğü reva görüyoruz. Bir gün
milli sembol diye bildiğimiz şeyler, birleştiren değil
ayıran unsur haline gelecek. “Geldi bile” derseniz haksız
sayılmazsınız.“ (16)
Aynayı bir de kendime tutuyorum: Lise son sınıftayken (1971)
ilçemizde “Genç Ülkücüler Teşkilatı”nın şubesini açmıştık.
Aramızda çok sayıda Kürt kökenli ülküdaşlarımız vardı.
Rahmetli Nevzat Kösoğlu’nun dediği gibi, Marksizm’e veya
marksisitlere karşı değil, Sovyet Sosyalist emperyalizmine
karşı fikrî mücadele veriyorduk. Aradan birkaç sene geçti;
bu fikir mücadalesi, sağ ile solun karşılıklı silahlı
savaşına dönüştü. Çok zaman geçmeden Kürt orijinli ülkücü
arkadaşlarımız ya bizden uzaklaştılatr, ya da Kürtçülerin
saflarına geçtiler. Daha sonraki yıllarda Almanya’daki
derneğimize Alevi kökenli ülküdaşlarımız gelip gidiyordu. En
fazla Cuma’dan Cuma’ya camiye uğrayanlarımız bile her
defasında “Kötü Alevî” üzerinden “İyi Sünnî”liğe geçiş yapa
yapa, Türkmen Aşiretlerinin bu pırıl pırıl evlatları da
teker teker derneğimizi terk ettiler.
Şimdi Aleviler eskisinden daha Alevi, Kürtler
eskisinden daha Kürt, Sünnîler de eskisinden daha Sünnî...
Her biri ayrı bir ideolojik boyut kazandı. Peki ya Türkler?
Türk, bu kavramların hepsinin toplamı bir üst kimlik
olduğundan, Türk/Türklük ideolojik bir mahiyet kazanamaz;
buna gerek olmadığından tenezzül de edilmemeli...
İdeolojik aydınlanma veya içtihat kapısı
Bir tv proğramında, 1960 İhtilali sonrası memleketi terk
etmek mecburiyetinde kalınca, öğretim üyesi olarak Frankfurt
Üniversitesi’ne gelen Prof. Dr. Fuat Sezgin, gözleri dolarak
anlattığı bir hatıratında mealen şöyle diyordu: Alman
vatandaşlığı teklifi yapıldığında, teşekkür ederek geri
çevirdim ve ben Türk kalmak istiyorum dedim. Zaten ben
kendimi vatanımdan hiç ayrı düşünmemiştim.
Özellikle darbeler döneminde Türkiye’de binlerce Fuat Sezgin
örneği yaşandı. Bir ülkenin idaresini ele geçiren güç, çok
sevdiğiniz vatanınızdan sizi söküp atabiliyor. Vatan
hasretiyle bir ömrü yad ellerde geçiren siz, zorbalara
kızıyorsunuz ama vatana küsmüyor, onu içinizde
yaşatıyorsunuz. Düşünce üreten, fikir sahibi insanlar da
bazen kendi düşüncelerinin vatanından sökülüp
atılabiliyorlar. Bunların içinde kaderine küsenler, dünkü
(düşünce) dünyasına sırt çevirenler kadar, fikrî
mücadelesine devam edenler de oldu. Vatanseverliği
beğenilmeyen Fuat Sezgin Hoca, sürgün edildiği ecnebi
diyarında yaptığı ilmî araştırmalarla gelecek nesillerin
gururla yâd edecekleri bir isim olarak tarihe geçerken, onu
kendi vatanından kovanlar ise, zalim ve hainlikleriyle
anılacaklar.
Kişinin doğup büyüdüğü vatan toprağından atılmasıyla,
mensubu olduğu düşünce dünyasından uzaklaştırılması arasında
benzerlikler var. Fikir hareketlerinde, bir önceki bölümde
anlatmaya çalıştığımız ideolojik hegemonya olmasa, özellikle
Milliyetçi-Ülkücü ve Muhafazakâr-İslâmcı gibi yapılanmalar,
kendi içinde açılımlar yaparak hem günün şartlarına göre
kendini daha donanımlı hâle getirebilir, hem de yetişmiş
insan kaybına maruz kalmazdı. Asırlardan beri kapalı tutulan
“içtihat kapısı”nı açmaya zorlayanlarla, kapalı tutmaya
direnenler arasındaki mücadele, bugün itibariyle Türk
aydının en önemli gündem maddesidir. Bazılarına göre 11.
bazılarına göre de 12. yüzyıldan ititbaren medreseler ve
benzeri ilim-irfan yuvalarından hür düşüncenin, felsefenin
kovulmasından sonra akılcılığın yerini nakilcilik aldı. Daha
sonraki zamanlarda bizim kapı dışarı ettiğimiz hür düşünceye
Batı dünyası kapılarını ardına kadar açıverince bugünkü
seviyeyi yakaldı.
Önceki bölümler için kısa bir değerlendirme yapan, değerli
dostum Hidayet Kayaalp; “Bence işin temelinde müslümanların
akıl yürütmeyle ilgili sorunlu yaklaşımları yatmaktadır. Her
şey hicri I. yüzyılda Vasıl İbni Ata'nın "sakıncalı"
görülmesiyle başlar, İbni Rüşt'e kulak tıkayarak devam eder
ve nihayet Birinci Meclis ve Seyyit Beyle birlikte yere
yıkılır. Farkındaysan ‘son bulur’ demeye dilim varmadı.”
diyor ve şöyle devam ediyordu: Son yüzyılımızın trajedisini
bahsi geçen eksikliğin yarattığı bu tarihsel ağırlık
olşturur. Abdülhamit, Cemalettin Afgani, Mehmet Akif, Said
Nursi ve arkadaşlarının gayretleri bu kahredici ağırlığı
göğüslemeye yetmedi, yetemezdi de...
Şimdi onların bıraktığı yerden yeni ufuklara açılan
düşünürlerimizin, bu kahredici ağırlığı göğüslemeğe güçleri
(şimdilik) yetmese de, sayılarının gün geçtikçe artması,
teselli kaynağımızdır. Biz de onlara bu meşakkatli yolda
yoldaşlık etmeye ve kahredici ağırlığa omuz verme gayreti
içindeyiz.
Komünizm, bilindiği gibi, değişen dünya şartlarını dikkate
alarak kendini yenileyemediğinden çöktü. Bizdeki fikir
hareketleri de kendi içlerinde ideolojik aydınlanmayı daha
fazla geciktirmeden gerçekleştiremezlerse, millet olarak
istikbalimiz, nakilci veya taklitçi zihniyete teslimdir.
Taklitçinin gözü ve gönlü dışarıdadır; sırtı Doğu’ya yüzü
Batı’yadır. Nakilci de, dindarı dinden, milliyetçiyi
milletten soğutur oldu.
Millî ittifak veya Çağrımız İslâm’da Dirilişedir!
Arnold Toynbee; “Gerçekte, milliyetçilik müslümanların
içine düştükleri bir oyun; müslümanların büyük bir çoğunluğu
için milliyetçiliğin kaçınılmaz sonucu, Batı dünyasının
proleter kalabalığı içinde erimek olacaktır.” diyordu. Bir
tarihçinin bu çaplı bir öngörüsünü; çağın müslümanları
olarak kendi coğrafyamıza baktığımızda nasıl da bir tarihî
hakikate dönüştüğünü içimiz burkularak tasdikliyoruz.
Milliyetçilik adına Batılı sömürgeci ve işgalci güçlerin
oyununa gelerek, cetvelle sınırları çizilen devletçiklerin
başına oturtulan şeyhcik, emircik ve kralcıkların zaman
içinde koca bir Müslüman-Şark’ı nasıl da yutulur lokmalar
hâline getirdiklerini esefle gördük. (17)
Kendimize daha fazla haksızlık yapmamak adına söylemek
gerekirse, Türkler, A. Toynbee’nin kastettiği manâda bir
milliyetçilik yapmadılar. “Arap milliyetçiliği Türk
milliyetçiliğinden önemli bir noktada ayrılır. Türklerin
hepsi de müslüman oldukları için, Türk milliyetçiliği aynı
zamanda bir İslâmî hareket hâlinde gelişmiş, -İmparatorluğun
dağılma yılları hariç- bu harekete hiçbir zaman doğrudan
cephe almamıştır. Buna karşılık Arap milliyetçiliği müşterek
Arap dili etrafında doğan kültürü esas aldığı için, bu
birlik içinde müslüman Araplar kadar, müslüman olmayanların
da yeri vardır.” (18)
Hangi gerekçeyle olursa olsun; dağa taşa, “Ne Mutlu Türk’üm
Diyene” sloganını yazdıranlar, gerçekten Türk’e iyilik mi
yoksa kötülük mü yaptıklarını, dost mu yoksa düşman mı
kazandıklarını, ülke gerçeklerine bakınca (şayet hâlâ
anlamadılarsa) anlamış olacaklar. Mesela cami cemaati içinde
her etnik kökenden Türk vatandaşına (Türk ırkından gelen
birisi olarak) adil ve insanca bir muamele yaparsanız,
herkes bundan mutlu olur. Çevrenin memnuniyeti ve mutluluğu
size de yansır, siz de mutlu olursunuz. Fakat avlusuna, “Ne
Mutlu Türk’üm Diyene” yazarsanız, oraya gelen Boşnak,
Çerkes, Arap,Kürt, Laz ve her aklı başında Türk bu slogandan
mutsuzluk duyar. Bu da Türk’e yapılacak en büyük
kötülüklerden birisi olur.
Tarihin her safhasında yaşanmış bu kadar acı tecrübelerden
sonra, tarihî birikimi ve etno-kültürel çeşniliğiyle
Türkiye, hem İslâm dünyası hem de diğer milletler için bir
örnek teşkil edebilir. Bunu yaratmak bizim elimizde!
Türkiye’nin önünün açılması kadar, tıkanması da yine,
ideolojik ağırlıklı fikir hareketlerinin ve her cenahtan
aydınımızın kendi içinde engin ufuklara açılması veya kendi
limanına demir atmasına bağlıdır. Ancak engin ufuklara
yelken açanların “Kızıelma”sı olur. Diğerleri, bunun
hâyâlini bile kuramazlar!
Hatırlatmak gerekirse;
-Milletler ve medeniyetler tarihindeki konumundan dolayı
sıradan bir millet gözüyle görülmeyen, kalkınmış ve güçlü
devlet olarak tarihî geçmişine benzer, yeniden öncü rol
oynama potensiyeline sahip bir ülke olan Türkiye üzerinde
farklı güçlerin kısa ve uzun vadeli hesaplarının olduğu
dikkate alınarak,
-İmapatorluk bakiyesi üzerine kurulmuş bir devlet
oluşumuzdan, birbirinden farklı ırklar, kültürler ve
inançlardan oluşan heterojen yapımız gözardı edilmeyerek,
yeniden bir “millî dava” anlayışı hayata geçirilmeli ve her
kesim kendi gençliğinin önüne yeniden bir Kızılelma
koymalıdır. Başka türlü, bu günübirlik hayat anlayışı yeni
nesilleri pasifleştirmeğe devam eder.
Niyetimizin halis olması yetmiyor; icraatlarımızı, hâl ve
hareketlerimizi sorgulamamız gerekiyor. Ne kadar millî, ne
kadar İslâmî ve ne kadar demokrat olduğunu herkes kendi
vicadanına ve aklına sormalı. O da yetmez; memleketin genel
durumu içinde katettiği mesafeye bakarak ders çıkarmalıdır.
En özlü, anlamlı ve samimi sloganlarımızdan birisi,
“Çağrımız İslâm’da Dirilişedir” idi... Siz de benim gibi,
zaman zaman şurada veya burada bu “çağrı”yı duyduğunuzda;
bir söylenene kulak kabartıyor, bir de söyleyene bakıyor ve
acı bir tebessümle geçip gidiyorsunuz. Çünkü siz,
duyduklarını tekrarlayanlarla inandıklarını haykıranlar
arasındaki farkı çok iyi biliyorsunuz.
Adeta bir yanlıştan dönmenin, bir uyanışın, bir yeniden
şahlanılışın tamamını içinde barındıran bir seslenişti o...
Dirliğimiz ve birliğimiz hep İslâm içinde olmuştu zaten...
Hele şimdi Batı menşeli bütün ideolojilerin, zamanın ruhuyla
örtüşemediğinden çöktüğü bir çağda, insanlık, millet ve
ümmet adına çağrımız elbette İslam’adır, çünkü diriliğimizi,
birliğimizi ve mutluluğumuzu ancak İslâm’da ve İslâm’la
bulabileceğimize iman etmişiz.
Bu iman, bir “millî ittifak”a dönüşmelidir!
Kaynakça:
(13): N. Kösoğlu, Galip erdem’in Ölümünün 10.
Yılı/Ülkücülük Nedir, Ülkücü Kimdir?, Türk Ocakları Ankara
Şubesi
(14): Peter Sloterdijk, Zorn und Zeit, s. 92
(15): Prof. Dr. İsmail Kara, a.g.m
(16): A. Turan Alkan, Milli
Duruş/Zaman Gazetesi, 21.10.13
(17): M. Aşkar, Kendi Eksenine Dönüş
(18): Erol Güngör, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri, s.183
YAZARIN
DİĞER
YAZILARI:
Kızılelma
(3): Ebedi İttifak
Yeniden
Kızılelma (2)
Yeniden
Kızılelma
Âlimin
Ölümü...
Kocaman
Araba, Minnacık İnsan
Dreyfus,
İhanet ve Adalet
Ümmet
Ülkücülüğü (*)
Kavmiyetçilik,
Milliyetçilik, Ülkücülük
Serseri
Kurnazlar, Kurnaz Serseriler
Şehirlerin
ve Zihinlerin Gettoları
Kalabalıklar
İçinde Anonimleşmek
“Biz”likten,
“Ben”liğe Doğru...
Arkaik
Toplumlar, Gelişmekte Olanlar...
Memleketin
İki Yüzü
SAYFA
BASI
|