BAKIŞ
Mahmut Aşkar
|
|
mahmut.askar@t-online.de
|
Kocaman Araba, Minnacık İnsan
Annemin dayıları köyün varlıklı ailelerindendiler.
Tek katlı kerpiç evlerin içinde onların dışarıdan merdivenli
iki katlı evleri, bize “gökdelen” gibi gelirdi. Onların
bitişikteki komşuları, aynı hayatın (avlu) içinde birbiriyle
yakın akrabalık bağları olan kalabalık bir tayfa idiler.
Ailenin reisi, varlığını hazmedemediği kapı komşusuyla
devamlı rekabet hâlindeydi. Çok çekmeden Hasan Amca da iki
katlı bina yaptırdı. Bu yarıştan geri kalmak istemeyen bizim
sülaleden Sefer Emmi de kendini biraz toparladıktan sonra
iki katlı binayı dikerek bu kervana dahil oldu ve o da
diğerleri gibi etrafına yukarıdan bakmaya başladı.
Aradan yıllar geçti... Eski zenginlerin, varlıklı ailelerin
birçoğunun düzeni bozuldu; dünya malıyla elde edilen itibar
da kayboldu gitti... Derken köyün fakir gençleri için
Almanya ve benzeri ülkelerde çalışmanın yolu açıldı.
Yoksulluğun verdiği ezikliğin ve adam yerine koyulmamanın
hıncını çıkarmak veya dosta düşmana varlığını kabul ettirmek
içgüdüsüyle olmuş olacak ki, bazı Almancılar tek katlı
kerpiç evlerin ortasına dört katlı betonarme binalar
diktiler. O binalarda gönül rahatlığıyla oturmaya
bazılarının ömrü vefa etmedi, bazılarının da çocukları köy
hayatında yaşamaya burun kıvırdılar.
Şimdi ise dağın tepesinde, tabiatın kucağı yeşilliğin
ortasında, otoyol kenarında veya hazine arazisi üzerinde,
her türlü mimari estetikten yoksun, çokkatlı çirkin binalar,
köylülükten şehirliliğe terfi edişimize ve kalkınmışlığımıza
şahitlik ediyorlar. İnsanların gezip dinlenebileceği yeşil
alanlar, çocuklarını oynatacağı parklar, elini kolunu
sallayarak yürüyecekleri kaldırımlar, koskoca binalar için
feda edilirken, insan ihmal edilmiş, hatta unutulmuştu...
Beton yığını yüksek binaların aksine, kerpiç evde oturanlar
kadar o yapının da kendine özgü bir asaleti ve kimliği
vardı. Binalar yükseldikçe insanlık alçaldı; yüksek binalar
üzerinden kendini tatmin ve takdim edenlerde yücelik
kalmadı. Dün, felan mahallenin veya filancıların Ahmet
Efendi’si vardı. Bugün felancı binanın veya filancı arsanın
sahibi Ahmet Bey var: Önce nesne sonra özne.
Memleketin kaldırımlarında yürüyebilene aşk olsun... Bizim
şehirlerimizin kaldırımları bazen alçak, bazen çukur, bazen
dik, bazen tümsek, fakat hep daracık olur. Geniş olsa da,
kâh sehpalar, kâh kasalar, kâh da sandalyelerin işgâline
uğrar: Eşyaya yer var, insana geçit yok!
Siz hiç (Türkiye’de) çizgili yaya geçitlerinden araba
trafiğinin normal seyri esnasında geçmeyi denediniz mi?
Herhangi bir Avrupa ülkesinde yaya geçitlerine
yaklaştığınızda bile geçmekte olan arabalar durarak size yol
verir. Peki bizim ülkemizde böylesi bir alicenaplık örneği
gösteren sürücü var mı?... Olmaz! Çünkü, Türkiye’de araba
insandan önce gelir. Bir defasında yine İstanbul’da çizgili
yaya şeridinden geçerken üzerime gelen arabanın camını
yumrukladım. Daha sonra da yumruklanmadığıma şükrettim.
Bir büyük sahil şehrimizin denize paralel uzanıp giden
caddesinde yürüyoruz: Yan yana dizilmiş birahane, lokanta,
kahvaneler gençlerle dolu... Kızlı erkekli bira içenlerin
çokluğu dikkatimi çekiyor. Bir de, yaz sıcağında Almanya
şehirlerinde alışık olduğumuz türünden, bu şehrin
kaldırımlarında gezen şortlu kızların çokluğu dikkatimden
kaçmıyor. Bize özgü bir “modernlik” göstergesi olsa gerek...
Bu sefer de İstanbul’un, Anadolu’dan gelenlerin oluşturduğu
bir semtinde gezinirken, ağızlarına kadar kapalı kara
çarşaflı kadınlarla sık sık karşılaşıyoruz. Buradaki
manzarayla, daha sonra gezdiğim Fatih semtindekileri
kıyasladığımda; fakir ve eğitimsiz dindar kadınlarla, biraz
eğitimli fakat oldukça varlıklı dindar kadınlar arasındaki
farkı, dışa yansıyan veya özellikle yansıtılan görüntüden
anlıyorum: Bazıları için çarşafı, fakirliğin üzerine
giydirilmiş bir örtü olarak da düşünürken; yerli ve yabancı
giyim markalarının Türkiye ortalamasının çok üzerinde
satıldığı mağazalara varlıklı-teseddürlülerin dolup dolup
boşaldıklarına şahit oluyorum. Her iki hâlde de, bize özgü
bir dindarlık göstergesi...
Hıristiyan-Batı’yla Müslüman-Doğu arasında medeniyet
çatışması kadın üzerinden yürütüldüğü gibi, kendi ülkemizde
de din eksekli ideolojik çatışma da kadın üzerinden
yapılmaktadır: Bu çatışmanın koordinatlarını, bir tarafta
alabildiğine açılan ve diğer tarafta alabildiğine kapanan
kadın görüntüleri belirliyor.
Yine beyaz ve kalın çizgilerle belirlenmiş yaya geçidini
kullanarak caddenin karşı tarafına geçmeye çalışıyoruz.
Üzerime üzerime gelen arabayı görünce gayriihtiyari yolun
orta yerinde duruyorum. Beni teğet geçen arabanın
sürücüsüne;
“Görmüyor musun buradan yaya geçiyor” dedim.
Camı açık arabadan bana, “Allah’ın köylüsü, şehir görmemiş,
yabani adam” dercesine baktıktan sonra, bütün öfkesiyle;
“Koskocaman arabayı görmüyor musun?” dedi ve biraz daha gaza
basarak yoluna devam etti.
Belki de ömür boyu unutamayacağım, kalkınmakta olan; araba
sahibi olmakta olan, şehirleşmekte olan ülkemin insanının
özeti bir sözdü: Koskocaman arabayı görmüyor musun?
Ben, insan unsurunu önplana çıkarmaya çalışırken; araba
sahibi de, koskoca arabanın yanında (insan olan) sen
minnacıksın, istersem seni ezer geçerim der gibi yaptı.
İşte insan merkezli bir medeniyete mensup, “insanı yaşat ki
devlet yaşasın” sözünü kendine şiar edinmiş bir cihan
devletinin mirasçısı ülkenin insana bakışı ve bahşettiğ
değer...
Yüksek binalar, koskocaman arabalar, markalı libaslar ve
minnacık insanlar ülkesi Türkiye!
YAZARIN
DİĞER
YAZILARI:
Kocaman
Araba, Minnacık İnsan
Dreyfus,
İhanet ve Adalet
Ümmet
Ülkücülüğü (*)
Kavmiyetçilik,
Milliyetçilik, Ülkücülük
Serseri
Kurnazlar, Kurnaz Serseriler
Şehirlerin
ve Zihinlerin Gettoları
Kalabalıklar
İçinde Anonimleşmek
“Biz”likten,
“Ben”liğe Doğru...
Arkaik
Toplumlar, Gelişmekte Olanlar...
Memleketin
İki Yüzü
SAYFA
BASI
|