·  ANASAYFA  
·  AVRUPA HABER  
·  MEDYA  
·  EKONOMI  
·  FIRMALAR  
·  SPOR  
·  YAZARLAR  
·  BASIN ÖZETLERI  
·  COCUKLAR  
·  KADIN & YASAM  
·  BEDAVA POST  
·  DOWNLOAD  
·  TREIBER  
   
   


MEYDAN
                                                                                       Hasan Kayıhan
 
hasankayihan@hotmail.com



TÜRKÇE ÜZERİNE

 „Bu yazımı, iki yıl önce kaybettiğimiz,Türkçe sevdâlısı Ahmet Kabaklı Hoca'nun aziz ruhlarına armağan ediyorum."

          Türkçe’den söz edildiğinde, sık sık işittiğimiz bir yakınış ya da savunmanın gerekçesi şudur:   „Bizim çocuklarımız burada doğup büyüdüler; sokakta, okulda, artık evde bile almanca konuşuyorlar. Kendileriyle Türkçe konuştuğumuzda bizi anlamıyorlar. Ne yapalım, biz de mecburen onlarla almanca konuşuyoruz...“ Önceleri bu işi sırf dangalaklık olsun diye yapan ilk nesillere, hele onların Almanca konuşmalarına gülüp geçiyorduk; zira konuştukları tarzan almancası, Karagöz’ün saçmalıklarını aratmayacak ölçüde komikti:

Anne, sokaktan eve alamadığı oğluna şöyle seslenirdi: „-Ali! Kom lan artık!“ Ali, anasından geri kalmazdı: „-Kommicam işte!” Baba „krank yazar, urlauba hazırlanır, kindergeldin azlığından yakınır, vorarbeitere kızar, kneipeden çıkmaz, sozialamtı kazıklamaya çalışırdı. Bitpazarı, Trödelmarkt; indirim, Rabatt; ucuzluk, Angebot; polis, Polizei; şikâyet, Anzeige; ruh darlığı, stress;  can sıkıntısı, langeveile olup çıkmıştı. Onların çocukları, babalarının tarzancasına ayak uydurmuş, meselâ, o „güzelim“küfürlerimizi bile almancalaştırmışlardı: artık bastard’lı, spastie’li, aschloch’lu küfreder olmuşlardı.

Daha sonraki nesillerimiz, Almanya’da Schule’ye gittikleri için biraz daha düzgün almanca konuşuyor, çocuklarının almancayı „daha çabuk ve iyi“ konuşabilmeleri için evde hanımlarıyla bile bu dille konuşuyorlardı. Schatzi, kochst du mir bitte ein Kaffee?“ Oysa Avrupalıya kahveyi öğreten biz Türkler, eskiden kahve yapmaktan,  çay demlemekten sözederdik.

Vicdansızlık etmek istemem; sanki Batı Avrupa Türkleri Türkçelerini kaybettiler de, Türkiye Türkleri dillerine pek mi sahip çıktılar, onu pek mi kollayıp geliştirdiler? Fransa Parlamentosu fransızca yerine yabancı bir kelimeyi kandisine isim olarak seçen işyerlerine ruhsat vermemeyi yasalaştırmaya çalışırken, bizimkilerin kılı kıpırdıyor mu? Yoksa ne kadar batılı bir toplum olduğunu, Avrupa Birliği’ne katılmaya ne kadar çok hak kazandığını göstermek için dilde yabancılaşmayı alabildiğine teşvik mi ediyor? Taksim Meydanı’ndan Tünel’e doğru yürüyün... Kiminin istiklâl Caddesi, kiminin Beyoğlu, kiminin de Pera dediği bu mekânda kendinizi Manhatten’da sanmanızı sadece sokakların pisliği engeller... Bir tek Türkçe levha bulabilmek için epeyce yürümeniz gerekecektir. Diyeceksiniz ki, orası İstanbul...
Enternational bir şehir... Sonra Taksim’in geçmişi de mâlûm... Peki Eskişehir’e, Kurtuluş Savaşı yıllarında bir ara adı başkent adayı olarak geçen, Anadolu bozkırının ortasındaki Eskişehir’e ne buyuracaksınız?  İnönü ve Sakarya çarpışmalarında Türk süvarilerinin nal izlerini taşıyan sokakların seksen yıldır paramparça olmuş kaldırım taşlarını değiştiremeyenler, bu sokakların adını değiştirmeye kalkışarak nereye varmak istiyorlar? Kömürcü Caddesi, Acıalma Sokağı, Güllü Bayırı, Süngü çıkmazı, Oduncular Pazarı isimlerinden mi utanıyorlar acaba? Onun için mi buraların adını, Akropolis,Pitagores Bulvarı, Metropolis Caddesi, Sokrat, Homer, Kontantinapolis Sokağı, Afrodit çıkmazı, Zeus Meydanı, Aristotales, Platon Caddesi, Aleksandriya Yokuşu, Venizelos Alanı, Diyajones çıkmazı koyuyorlar?.. Geçmişlerinden mi yoksa Türkçe’den mi kaçıyorlar?

           Türkiye ve Türkçe bu hale neden geldi? Önceleri ODTÜ ve BOĞAZİÇİ üniversitelerinde başlayan, giderek bütün üniversitelerin birbirleriyle yarıştığı yabancı dille eğitim yapma salgını artık ortadereceli okullara kadar yayılmış ve ortaya ne bir yabancı dili ne de Türkçeyi doğru dürüst konuşabilen, yazabilen bir milenyum toplumu çıkmış durumda...

 „ ... globalleşmeye işin ekonomik boyutlarından çok lifestyliyle yaklaşan Türk toplumu, özellikle „ey Türk gençliği hitabının muhatabı“ Türk tinıcırlarının milenyum Türkçe’sine bakın! Türkiye’deki soydaşlarımız artık SHOV televizyonundaki talk hoşlarına gitmezse, STAR’a zapp yapabiliyor, bakkal yerine süpermarket’e ya da megamarket’e giderek stress atıyor, Bigstoreda partnership look’a çıkıp conversations takılıyor, McDonald’a uğrayıp food’lanıyor, analarına diner’a ne pişirdiğini mobil’le soruyor, pup’ta splash yapıp Diva’lardan birini izlemek için Nightclup’lardan birine gidiyor... Türkiye, Türkçe, Türk kültürü onların umurunda değil; umurlarında olsaydı, zaten o ülke bir krizler ülkesi olmaz, alın terlerini pazarlayıp başımızdan eksik olsunlar diye milyonlarca vatandaşını dünya işçi pazarlarında satmazdı. Ülkelerini sevseydiler, dillerini severlerdi, dillerini sevseydiler, korurdular; bu sevgi ve koruma aşkı birer Türk milliyetçisi olmalarına yol açardı; Libya çölünde, Nevyork bulvarlarında, Strasbourg kapılarında değirmenlerini çevirecek taşıma su aramanın yerine Anadolu’ya sırtlarını dayar, Ağrı dağı gibi, Erciyes gibi devleşir, Sakarya gibi, Fırat gibi yurtlarına bereket ve bolluk taşırlardı. Ve amerikan ağzıyla değil, Türk gibi Türkçe konuşurlardı.

           Milli hislerinizden ötürü karasına ak, kirlisine temiz, alaca yüreklilerine bile soylu gözüyle baktığınız ülkenize, Allah aşkına şöyle bir kenara çekilerek birkaç dakika süreyle tarafsız bir gözle bakmaya çalışın.Uzaktan bakınca her şey daha net görünüyor; eğer sıtkınızı sıyırmayı başaranlardansanız, inanın gülmekten kırılırsınız, yok eğer herşeyinizle ülkenize ve milletinize bağlı kalmışsanız, bir yandan utançtan kızarırsınız, bir yandan da öfkeden deliye dönersiniz; ülkenizin batılı görünme hevesi ve ukalâlığına bakıp kahrolursunuz. Hele bu maymun taklidine batılıların nasıl sırıttıklarına her an tanık oluyorsanız, hâliniz haraptır!

       Uydulardan izlediğimiz televizyonlardan taşan serkeşlikleri batılıların da izlediğini varsayınca kendimizde sokağa çıkacak yüz bulamıyoruz. Ben bu satırları yazarken saat gecenin 02’si ve bir devlet televizyonu olan TRT-Int, 5-9 yaş grubundaki çocuklar için hazırladığı kuşak programını yayınlamaya devam ediyor. Gecenin bu saatinde  yıllardır sürdürülen bu yayını hangi çocuk izler Tanrı aşkına! Avusturalya’ya dönük yapıldığını düşündüğümüz bu yayında niçin izleyici yoğunluğunun şartları göz önünde bulundurulmaz, meçhuldür! Gerçi Anadolu yarımadasında kendilerini Zaloğlu Rüstem zanneden sözde cihan pehlivanlarının Kapıkule’den çıkınca kuşa döndüğüne binlerce kez tanık olduk ama gene de gönül başka türlü hükmediyor; diyor ki, koskoca Türk parlamentosunun mensupları batının bir köy belediye başkanının önüne dilenci edasıyla çıkmasınlar, elin resmi tatil gününde gelip resmi dairelerin kapısında yarım gün bir yetkili aramasınlar, Roma’ya giden yolu Sicilya’da sormasınlar, Türk tarihini celeplere şikâyet etmesinler. Bence Büyük Millet Meclisi Başkanı Ömer Seyfettin’in Pembe İncili Kaftan hikâyesini bastırıp bütün parlamenterlere dağıtmalıdır.

Ana sütü yerine mamalarla büyütülen insanların elinde kalmışız hep; mama kutularını anaları zanneden, kutulaşan kafalarıyla milleti paketleyip oradan oraya postalayan insanların… A’dan Z’ye ithalâtçı kafalar, dilden davranışa, mutfaktan mimariye kendimiz olan herşeyi görmezlikten gelip yerine Avrupa’nın bulvar kahvelerinde oluşturulmuş sarhoş tasarıları oturtmuşlar. Bunları tanzimat, meşrutiyet, cumhuriyet aydını ayırımı yapmadan söylemek mümkün.

           İstanbul-Bağdat demiryolunun yapımını üstlenen Alman, dağ başındakı istasyon binasını bile Prusya mimarisinin özelliklerine göre yaparken, biz koca Atatürk’e dahi dedeleri Fatih’in, Kanuni’nin, Abdülhamit’in anıt-türbe üslubunu bile çok görmüş ve onu sağlığında galip geldiği düşmanının kültüründen, ruhundan, kafasından türemiş Akropolis’in kötü bir kopyası altına defnetmişiz. Oysa o, ruhunu dedelerinin sarayında teslim etmiş bir Türk adamdı. Çanakkale şehitleri için diktiğimiz anıta bakın! Neresi Türk? Neresi Peygamber’in açılmış aguşuna benziyor bunun?

          Sonra şu düşünce yapımız... Ne hayâllerimize, ne gerçeğimize benzeyen; bize benzemediği gibi hiçbir şeye de benzemeyen, değişkenliği, kaypaklığı maymun iştahını da aşan düşünce yapımız! Biri, bilir bilmez birşey söylemiş; bir başkası, gene bilir bilmez bu söylenen şeyin üzerine birşey de kendisi ilave etmiş; derken, kimse ne olup bittiğinin farkına varamadan yüzyıllar geçivermiş. „Ağır ol molla desinler“ alan değiştirerek „Kürt yatıp Arap kalkmaya“, giderek „vay be, ne tahsilli adammış“ olmaya ulaşırken, kendilerine „entellektüel“ etiketini yapıştıran „yoz“ kesimin kullandığı yol, birbirlerine „kelimelerle fark atma“ olmuş. Kavramları (terimleri) kendi düşünce sistemimizde aramayıp başka düşünce sistemlerinden olduğu gibi alıp kullanmaları, aklımızı karıştırmakla kalmamış, kendimize güveni kaybetmemize, afedersiniz, iflah olmaz aptallar olduğumuza inanmamıza da yol açmış. Bunları söylerken, aydın saydıkları yozlar yüzünden kendine kalsa „yük arabası“ ya da mesela „çeker“ diyebileceğı şeye „traktör“, bunun dümenıne „directıon“, kavramasına „pedal“ demek zorunda kalan halkımdan özür dilerim. İnsanlar, dilleri kadar düşünebilirler. Bir dilin kelimeleri, gökten zembille inmediği gibi başkalarının tarlasından da toplanmaz. Kelimeler, ait oldukları dilin inceliklerine bağlı kalarak kendi öz mantığından türer. Batı ülkelerindeki ders kitaplarıyla bizimkileri yanyana koyup karşılaştırın. Bizim ne kadar çok „Giriş“ kitabımız vardır, görün. Sosyolojiye Giriş, Psikolojiye Giriş, Biyolojiye Giriş, Modern Matematik’e Giriş, Kimyaya Giriş... Öğrenciliğimizin 11 yılı bir şeylere girmeğe çalışmakla geçiyor. İşin gülünç yanı tesadüfen üniversiteye girdikten sonra da Giriş’ler devam ediyor. Herbirinde ilkin -loji’nin logia’dan geldiğini uzun uzun tarife, ardından bilmem nenin ne demek olduğuna sayfalar harcanıyor; sonra, bitimsiz kafa patlatma savaşları başlıyor. Aman Tanrım, sanki herbiri ayrı bir yabancı dil öğretimi kitabı! İnsanlarda işin aslını kavramaya ne zaman ne de beyin kalıyor. Eloğlu, bir başka dilde isimlendirilmiş kavramı kendi sözlüğüne alırken bizim yaptığımız basit numaralara başvurmamış, kendi kültürünün mantığı ve dilinin türetme özelliklerine göre karşılık bulmuş. Tabii , bunun sonucu olarak ders kitapları da, „bu, şu manaya gelir de, falanın feşmekânıdır da, filân filân demek istenmiştir de...“ lâf ebeliğinden arınmış olarak, daha ilk cümlesiyle dersine başlayıverıyor. Bu, bırakın öyle pek özel kavram ve kelimeleri, dünyada kullanımı yaygın olan bilim ve teknik terimler için bile böyledir. Telephon’u biz telefon yapıp kabullenirken, mesela Almanlar dillerindeki „uzak“ sıfatı ve „konuşmak“ fiilini kullanarak „uzakkonuşma“ diye adlandırmış. Halkın telefon kelimesini anlamasına ve kullanmasına rağmen yazılı, sözlü, görüntülü yayımları „fernsprecher“ demekten vazgeçmiyor. Telefaks değil, fernschreiber (uzakyazar), television değil, fernseher (uzakgörür). Aritmetik de yok, matematik de. Ya? Rechnen (Hesaplama) var! çarşıdaki gibi, pazardaki gibi... Alp dağlarının tepesinde inek otlatan çobanın da, Hamburg üniversitesinde „matematik“ öğreten profesörün de konuştuğu dil bu! Ama bizim yozların derdi anlaşılmak değil, „vay be“ dedirtmek olmuş ve sanki sömürgelerde yetiştirilmiş okur-yazar takımı gibi binlerce yıllık dil, düşünce ve kültür birikimimizi rafa kaldırmışlar.

           Yattığı yer nur olsun, Almanya’ya bir gelişinde Kabaklı Hoca’ya Goethe Enstitüsü’nün dünyanın bilmem kaç dilinde Almanca öğretimi için hazırladığı ses ve video bantlarını, bunların açıklama ve alıştırma kitaplarını gösterip „bunları her isteyene dünyanın neresinde olursa olsun, derhal ücretsiz olarak gönderiyorlar,“ dediğimde derin derin içini çekmiş ve şöyle mırıldanmıştı:

     „-Ah, bunların yüzde birini kendi ülkemizde, kendi insanlarımıza, kendi dilimizi öğretebilmek için yapabilseydik!..“

     Bu söz üstüne başka söz söylemeye gerek var mı?

Kaynak: http://www.hasan-kayihan.com

SAYFA BAŞI


Yazarın diğer yazıları:

Türkçe üzerine

   
SAYFA BASI

| Ana Sayfa | Haberler| Gazeteler | Ekonomi | Firmalar | Spor | Yazarlar 

Copyright © Mima Datentechnik / Jülicherstr.20 / 52070 Aachen / Deutschland
Tel:
+49 (241) 900 57 50 (pbx)  Fax: +49 (241) 99 777 57  
e-posta:
info@Turkpartner.de
Bu site Mima Datentechnik Internet Servisi tarafýndan hazýrlanmaktadýr

Hasan Kayıhan
Türkçe üzerine
M. Ali Aladağ
Bizim  Diyalogcularımız
Halil Gülel
Dış Görünüş
Mahmut Aşkar
Gül  Medeniyetine  
Selâm  Olsun!
Mustafa Can
Çağımızın Dervişe Açık Kapıları Var mı…
Ayten Kılıçarslan
Erkekler farklı mı ölür?
Sebahattin Çelebi
İstanbul, hiçbir şeyim...
Hidayet Kayaalp
Övgülerle sövgüler arasında
Fikret Ekin
Komplo Teorisi Yok-1
Orhan Aras
Ali ile Nino hala yaşıyor
Yılmaz Kuzucu
Estetik, armoni ve renklerin dili
Şensel Aşkın
Küresel ruh krizi
Serdar Çelebi
Birlik yolunda ilk çabalar..
Betül Parlar
Sigara Bağımlılığı
Muhsin Ceylan
Berlin’e hayali bir soru
Ozan Yusuf Polatoğlu
Bir taraf ‘şan’ (!) alıyor
Bir taraf ‘perişan’ oluyor
Üzeyir Lokman Çaycı
Hanga Hunga
Yakup Tufan
Uyum nedir?
Şefik Kantar
Bizi bekleyen Avrupa
Dr. Nebil Bozdoğan
Tırnak batması ile ilgili bilmemiz gerekenler
Sizden Biri
Sen neymişsin be abi?
Alperen Çelik
Yeni Vietnam IRAK
İsmail Altıntaş
İslâm Dininin Engellilere Sağladığı Kolaylıklar
Latif Çelik
Ayný acýyý duyanlar en samimi olanlardýr
Ali Kılıçarslan
Doðru yazalým, doðru konuþalým!
İsmail Tüysüz
Yılbaşı ve noel kutlamaları hakkında neler biliyoruz
Fazlı Arabacı
Yaralı bir bilinç